BİR ZAMANLAR İSTANBUL


Bu makale 2020-10-08 13:42:25 eklenmiş ve 2789 kez görüntülenmiştir.
Mahmut Baycan

BİR ZAMANLAR İSTANBUL 

 Hafta sonları Galata köprüsünün üstünde, bilmeyenler için garip gelse de çarşı iznine çıkmış birkaç asker, el ele tutuşup gezerken görebilirdiniz . El ele tutuşmanın askerlerin arkadaşlık anlayışları sanılsa da aslın da hiç şehir görmemiş gençlerin kaybolma korkularındandı. Bazen de ne zaman köprü üstünden geçseniz, kollarını köprünün korkuluklarına dayamış karşı kıyıları, denizi, vapurları izleyen askerler görürdünüz. Çünkü, bindikleri otobüs onları, Sirkeci veya Eminönü’ne getirmiş, onlar da otobüs durağını kaybetmemek için, durağı görebilecekleri yerlerde gün doldurmakta ve izin saatinin bitişi yaklaşınca aynı otobüsle geri dönmeyi bekleyenlerdi.

        O zaman asker istese de her semte gidemezdi. Örneğin: Beyoğlu, Şişli, Nişantaşı, Moda, Kadıköy gibi. Bu yasağın askeri gerekçelerden dolayı mı alınıp alınmadığını bilmiyorum ama, bugüne kadar mantığını anlayamadım.

       Köyünden çıkmamış bu çocuklar için İstanbul büyülü, büyülü olduğu kadar da korkutucu geliyordu. Onun içinde ürkek ve şaşkınlıkları, her hareketlerinden belli olurdu.        Sokaklarda macuncular, kuruyemişçiler, lahmacuncular, simitçiler, işportacılar gördükleri şeyler değildi. Daha dün köyden gelmiş tezgah sahiplerininse, fabrika sahibi gibi hareket etmeleri gerçekten görülmeye değerdi. Askerlerin, en rahat ettikleri yerler, işporta tezgahlarının önüydü. Çoğu zaman, parası olanlar tenekeyle kaplı, yuvarlak cep aynalarından ya kendileri için, daha çok da köydeki yavuklular için hediye olarak alırlardı.

       O zamanlar Sirkeci, günün her saatinde ana baba günü olurdu. Çünkü, şehirler arası otobüsler buradan kalkar, yük kamyonları buralardan yük alırdı. Hamallar sırtlarında ki semerlere yükledikleri olağan üstü yükleriyle, yerli yabancı herkesin dikkatini çeker, şaşkınlık yaratırlardı.

      Hamallıkta da bir hiyerarşi vardı. Ve her hamal gurubunun bir yöneticisi, yani onbaşı dedikleri kişiler onlara komuta ederdi. Bu onbaşılar yük taşımazken, günlük işlerden komisyon alırlardı. Semtler deki hamal gurupları belli bölgelerden gelen insanlardan oluşurdu. Unkapanında ki halde, güney doğulular, Cağaloğlu’nda Niğde’liler gibi. Her önüne gelen hamallık yapamazdı. Yaptırmazlardı. Eğer işi bırakan olursa, semerini hava parası alarak bir başkasına bırakırdı. Kısacası, iş yoğunluğu olan bu semtler, o zamanlar da hamallığın cenneti gibiydi.

       Sokaklarda satıcılar ve alıcılar vardı. Her satıcının kendine has bir seslenme stili vardı. Sokakta bağırdığı zaman, sizin tanıdığınız satıcı olup olmadığını bu seslenme biçiminden anlardınız. Yabancı birisi satılan şeyin görmeden sesleniş biçiminden ne alıp sattığını bazenanlaya-

mazdı.

      Bir gün Laleli’de dolaşırken,  fötr şapkalı, gıravatlı, omuzunda ki siyah bez torbayla ve şık sayılabilecek kıyafetiyle bir adam bağırarak dolaşıyor- du. Adam ne alıp ne satıyor diye merak ettim. Adam, Es..giyciii diyordu ama, ben daha önce duymadığım için bir sesten bir anlam çıkaramıyordum. Bir müddet daha takip ettim. Sonun da bir apartman camından bir bayan uzanıp,” Eskici gelirmisin” deyince bu şık giyimli adamın eski elbise alıcısı olduğunu anladım.

       Simitçiler de öyleydi kimi, gevreiik, kimi tazii, kimi sıcaak diye ünler, sizde o tanıdık sese göre alış, veriş yapardınız.

        Birde Samatya ve Yedikule surlarının  hendek- leri doldurularak bostan yapılmıştı. Belki de Osmanlı zamanında bile öyleydi.

 Bu bostanlar da çeşitli sebzeler yetiştirilir, sabahleyin taze taze, sırt sepetleriyle mahallelere satışa çıkarılırdı.

Bu bostancıların çoğu,  Arnavutlardan oluşurdu. Çok düzgün ve saygılı insanlardı. Onlarda sattıkları sebzeleri her seferinde aynı sebze ismini söyleyerek bağırır, müşterilerini öyle haberdar ederlerdi.

  Kimisi,” kaya gibi domates”, derken.

Kimisi de “Samatyanın bunlar” diye rahatsız etmiyen bir sesle sokaklarda dolaşırlardı. Birde tepside Silivri yoğurdu satanlar vardı ki, onlar ellerindeki çıngırağı arada bir sallayarak alıcıları uyarırlardı.

        İstanbul bir nezaket ve zerafet şehriydi. Ama, Anadoludan gelenler pek hoş karşılanmasa da kimse tepki vermezdi. İstanbullu zamanla buna da alışmak zorundaydı ve alıştı da.

       Beyoğluna, kötü bir kıyafetle çıkılmaz, Yeşilköy gibi semtlere gelen trenlerden inenleri, polis gıravatsız semte sokmazdı.

      Meyhaneleri genellikle Rum vatandaşlar işletir. Meyhanedekiler başka masalarla ilgilenmez, başka masalara bakmazlardı. Masalardaki sakiler genellikle yaşlılardı. İçki dağıtımında, bazen karşıdaki kişiye çaktırmadan içebileceği kadar içki verirlerdi. Meyhanede din ve politika konuşulmaz, hoşça vakit geçirebilmek için uğraşılır, herkese de söz hakkı verilirdi.

       Kalabalık yerlerde, en çok kullanılan kelimeler, pardon, bayan, bayım, afedersiniz olurdu. Erkekler mümkünse gravatlı, ütülü elbiseli, saçları biryantinliydi.  (Jöleli) Kadınlarında günlük kıyafetlerle sokağa çıkması çok ayıp sayılırdı.

       Avrupalılar Türkiye’ye, bir islam ülkesine gelip, peçe ve çarşaf, sarık, cübbe görmeyi beklerken. Gördükleri manzara karşısında şaşkınlıklarını gizleyemeden giderlerdi.

Yorumlar
Adınız :
E-Mail :
Başlık :
Yorumunuz :
Güvenlik :
Değiştir  
Toplam 0 yorum. Tüm yorumları okumak için tıklayın.
Diğer yazıları...
Köşe Yazarları
 ‹ 
 › 
Arşiv Arama
- -
Anket
CUMHURBAŞKANI KİM SEÇİLİR
Seri İlanlar
Gazete Avcılar
© Copyright 2013 DKM Tasarım. Tüm hakları saklıdır. Dkm Medya
GÜNDEM
Kadına Şiddet
Anayasa Haberleri
gazete avcılar
gazete avcılar
SPOR
Galatasaray
Fenerbahçe
Basketbol Haberleri
Şampiyonlar Ligi
SİYASET
Recep T. Erdoğan
Devlet Bahçeli
EĞİTİM
Eğitim Haberleri
Eğitim Bakanlığı
A.Ö.L.
Eğitim Portalı
DÜNYA
LİNG
Hava Durumu
ilkbir hizlipro Dolar kaç para