KOMŞUDA HAYAT GÜZEL
İstanbul'daki evimizden çıktıktan iki saat kadar sonra İpsala sınır kapısındaydık. Sabah sakinliğinde hızla geçtik pasaport kontrolünden. Meriç'in iki yakasını birleştiren köprünün ortasında, Türk ve Yunan askerleri nöbet tutuyordu. Onlarla selamlaşıp ilerledik. Nedense bu köprüden her geçişimde bir ayrıcalık yaşıyormuş gibi hissediyorum. Herkese izin yok, vize alacaksın, yıllarca düşmanımız diye empoze ettikleri ülkeye gidiyorsun... Sebep çok. Yunan tarafında pasaportları alan görevli “Hoş geldiniz, nereye gidiyorsunuz?” diye soruyor. “Thassos” diyoruz. Kontrol hemen bitiyor... Eziyet yok, bekletmek yok, düşmanlık yok. Komşuluk böyle olur.
Yola koyuluyoruz, muazzam düz ve geniş bir otoban, planlaması adeta bir mühendislik harikası. Hiç yorulmadan yol alıyoruz. Oysa Tekirdağ-İpsala arası bir rezalet. Kim yaptırmış, kim denetlemiş, o yolu yapan mühendisle müdür hangi eğitimden geçmiş merak ediyorum. Onları alıp sınırın öte tarafında, Yunan topraklarındaki otobanla bizim yolu karşılaştırmalarını sağlamalı. Düşünüyorum da yazık, bu ülkede neden böyle kalitesiz, derme çatma yollara mahkum edilmişiz ve bundan daha iyisi can sağlığı deyip uyutulmuşuz... Zaten bu yüzden her gün meydana gelen kazalarda insanlarımız hayatını kaybediyor. Özellikle yol kenarlarında, yol yapım çalışmalarından arta kalan mıcırların sebep olduğu kazaların asıl suçlusu, karayollarının denetimini doğru dürüst yapmayan kurumlar ve yöneticileri. Yunan tarafında bulunan güzel otobanda yol alırken, halkımıza reva görülenleri unutmaya çalışıyoruz. Derken Gümülcine görünüyor. Daha ilerideki İskeçe gibi, Türklerin yoğun yaşadığı büyükçe bir kent burası. İskeçe'nin orta yerindeki meydanda bulunan sıra sıra kafelerde kahvaltı yapmak çok hoşuma gidiyor. Sarıyer böreğinin andıran börekleri inanılmaz lezzetli. Çünkü bunların içinde gerçekten peynir var, hem de bol bol. Biliyorsunuz bizim böreklerde kolay kolay peynir bulamazsınız! Böreğin yanında soğuk bir 'frape' (buzlu kahve, sütlü ya da sade içiliyor), yanında da bir bardak keçi sütü güzel gidiyor.
İpsala'dan İgumenitsa'ya uzanan Egnatia otobanı
Sonra yola devam edip, Keramoti'ye gidiyoruz. Buradan feribotla Thassos'a geçeceğiz. Limanda sıraya girip ardı sıra kalkan feribotlardan birisine biniyoruz. İstanbul'dan sabah çıkalı henüz dörtbeş saat olmuşken, kendimizi muhteşem doğal güzellikler arasında, sessiz sakin bir yerde buluyoruz. Bu arada, limanda bizim Gelibolu'da olduğu gibi gemiye binecek araçlardan park parası kesilmiyor. Zaten Yunanistan'ın her yerinde aracınızı rahatlıkla bırakabileceğiniz ücretsiz park alanları düzenlenmiş. Atina'da, Akropolis'in dibinde bile bu böyle.
Feribota yol boyu martılar eşlik ediyor. Yolcuların havaya uzatıp tuttukları bisküviler için birbirleriyle yarışıyorlar, sonra pike yapıp insanların elinden kapıyorlar yemleri. Mitolojiye göre, Thassos adası Zeus'un Kral Antionoras'ın kızı Avrupa'yı kaçırması ile keşfediliyor. Kral, kızını bulması için torunu Thassos'u görevlendiriyor, kızını bulmadan dönmemesini söylüyor. Avrupa'yı bulmak için yollara düşen Thassos, günün birinde bu güzel adaya ulaşıyor. Ve adanın doğal güzelliklerinin cazibesine kendisini öylesine kaptırıyor ki, buraya yerleşiyor ve adada hayat başlıyor. İsmi de o günden itibaren Thassos olarak biliniyor. Kısa süre sonra adaya varıyoruz. Hemen, daha önce de kaldığımız Panagia köyüne yöneliyoruz.Panagia, bir dağın yamacında şirin bir köy. Eski hali çok iyi korunmuş. Taş kiremitli çatılı evleriyle farklı bir mimarisi var. Her yer çiçeklerle donatılmış. Dar sokaklar arasında şırıl şırıl akan deresi ile hayat dolu.
Tiropita, yani peynirli börek
Thassos feribotunda martıları elinizle besleyin!
Köy meydanında bulunan 400 yıllık çınarın altındaki lokanta, adanın en güzel lezzetlerini sunuyor. Yörede yetişen kuzu ve oğlak etlerinden yaptıklarını çevirmelerin eşi benzeri yok. Bütün kuzuyu demir şişe geçirerek odun kömüründe pişiriyorlar. Etin yanında cacık, büyük baklalar, kabak kızartması, Yunan salatası ve patates almayı unutmayın, hepsi şahane. Panagia'da kalıp, gündüzleri 10 dakika mesafedeki plajlarda denize girmek mümkün. Köyde geceleri serin olur ve rahat uyursunuz. İstenirse deniz kenarındaki otel ve pansiyonlarda da kalınabilir, yer bulmak kolay ve fiyatlar gayet uygun. Çift kişilik oda fiyatları 20-40 Euro. Lokantalarda da balık dahil istediğinizi yiyip için, adam başı 10-15 Euro ödersiniz. Merak etmeyin, Yunanistan'ın her tarafında servis ve fiyatlar aynı. Kalite üst düzeyde. Gireceğiniz her restoranda yiyeceğiniz yemekten keyif alırsınız. Bir yere oturduğunuzda hemen su ikram eder, para da istemezler. Bu etik zincirin, insanların daha erdemli ve kaliteli yaşamalarını sağladığını görmek lazım. İstanbul'da bir restorana oturduğunuzda tek kişi de olsanız hemen masanıza gelen 1.5 litrelik su, işletmecinin cingözlüğünden başka bir şey değildir. Ardından sipariş falan etmediğiniz kuver tabakları dizilir masaya, hesabınız şişirilir. Sonra oturur düşünürüz, medeniyet nedir? “Birader bakar mısın? - Buyrun beyefendi. Biz kuver yemedik, neden buraya yazmışsınız? - O servis ücreti efendim. Ne servisi yahu biz kendi arabamızla geldik. - Öyle değil, tabak çatal servisi... Bilseydik tabak çatalı da evden getirirdik. (gülüşmeler)” Bu İstanbul'da yaşanmış bir hikayedir, bir daha da aynı restorana gidilmemiştir. Bunlar şimdilik geride kaldı, neyse ki komşuda hayat farklı. Thassos'da asıl denize girilmesi gereken yer Cennet plajı. Masmavi sularda balıklarla yüzerken, dünyanın daha bitmediğini görüyorsunuz. Yeşil çamlarla örtülü yamacın eteğindeki bu koyda, Panagia sokakları
“Öldüğümde cennete gidecek olursam böyle bir yer mi olacak acaba?” diye düşünebilirsiniz.
Tek katlı yöresel taş evlerde köy hayatı yaşarsınız. Geceleri gökyüzüne baktığınızda ayı ve yıldızları görürsünüz. Doğal yaşamın getirdiği mutluluğu hisseder ve yaşarsınız. Özlem duyduğunuz temiz suyu köy çeşmesinden, hatta odanızdaki musluktan rahatlıkla içersiniz. Köylülerin yapıp evlerinin önünde sattıkları reçellerden alırsınız. Çekinmeden sohbete daldığınız Yunan vatandaşın az Türkçesi ile anlattığı hikayesi, Anadolu'nun trajedisine çeker sizi... Kostas Tsolkidis'in “Belki Bir Gün Dönerim” adlı kitabında anlattığı hikayeler, meğerse tüm yurttaşlarında varmış. Anlatılınca acı veren hikayeler bunlar. Kostas'ın hayat hikâyesi Mübadele yılları, yani zorunlu göçle bitmez. Uzun bir yolculuktan sonra geldikleri Yunanistan'da hayal kırıklığı, yıllarca süren ötekileştirme ve yoksulluk ile başa başa kalırlar. Hep bir gün dönecekleri umuduyla ömür tüketirler. Bir de 70'li ve 80'li yıllarda Türkiye'de çok okunan kitaplar arasında yer alan “Benden Selam Söyle Anadolu'ya” vardır. Ayvalıklı Dido Sotiriyu'nun yazdığı, Yunanca orjinalinin adı “Kanlı Topraklar” olan kitapta Sotiriyu, 1. Dünya Savaşı öncesi Anadolu'da yaşayan Rum ve Türklerin kardeşliğini, Ege'nin Yunan işgaliyle yaşadığı kanlı savaş ortamını ve savaşın ardından iki ülke arasında yaşanan Mübadele'yi anlatır. Şöyle der Sotiriyu: “Ana yurduma selam söyle benden Kör Mehmet'in damadı! Benden selam söyle Anadolu'ya... Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin. Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin cezasını versin!” Ben tanıştığım Yunanlara “Bakın Türkiye'de herşey değişiyor, artık ezberler bozuluyor, yaşanan tüm acılara ortak olarak barışı tahsis edeceğiz, iki halk arasındaki ilişkileri eski haline getirecek dinamiklerimiz var” diye anlatıyorum. Paradiso, Türkçesi ile Cennet Plajı Dido Sotiriyu
Yunanistan'ın kuzeyindeki Epirus'dan gelen Yorgo diyor ki, eskiden oğlu olanlara “Büyüsün de İstanbul'da fırıncı olsun” denirmiş, iyi dilek temennisi olarak. “Hepimizin dedeleri, büyük babalarımız İstanbul'a çalışmaya giderdi” diyor. Arkadaşım Sergio da katılıyor sohbete, “Benim dedemTokatlıyan Otel'de müdürdü” diye... Tokatlıyan bugün hala Beyoğlu İstiklal Caddesi'nde bulunan en güzel binalardan biri. Lozan Antlaşması ile Yunan ve Türk hükümetinin aldığı kararla, binlerce yıldır yaşadıkları yurtlarından, evlerinden koparılan insanların hikayesidir Mübadele... Bu insanların yaşadıkları acıların bir şekilde telafi edilmesi, asgari de olsa haklarının iade edilmesi insanlık borcudur. Yunanistan'da tanışacağınız insanların kimi Samsunlu, kimi Trabzonlu, kimi İstanbullu veya Egeli, kısacası hepsinin bir Anadolu bağlantısı var mutlaka. Anadolu ruhuna sahip bu insanların ne kadar tanıdık geldiğini düşünüyorum. Hepsinin ya İstanbul'a gelmişliği, ya da gelme arzusu var. Doğdukları topraklara duydukları özlemle büyümüş, yaşamış ve yaşlanmışlar... Düşünüyorum da yıllardır yaşadığımız İstanbul'dan fırsat buldukça Anadolu'daki köylerimize gitmiyor muyuz? Yunan komşularımızın Anadolu kültüründen gelen bu duyguya sahip olması beni şaşırtmıyor. Meğerse eskiden İstanbul Yunanlarınmış, Selanik bizimmiş ve iki halk bir arada yaşarmış... Şimdi Selanik bizim değil, İstanbul da Yunanların değil. Biz oraya vizesiz gidemiyoruz, onlar da buraya vizesiz gelemiyorlar. Yunanların bizden farkını anlamaya çalışıyorum ısrarla... Bunlar mı Türk biz mi Yunanız? İki halk birbirine bu kadar benzediğine göre kesin kardeşiz. Yunanistan'da sokakta yürürken, esnafla sohbet ederken asla farklı görülmüyoruz. Bir kafeye oturuyoruz, yan masadakiler Türkçe konuştuğumuzu duyar duymaz Fatmagül'den bahsetmeye başlıyor. Herkes Türk dizilerinin fanatiği olmuş, tüm karakterleri tanıyorlar. Dizilerden keyif aldıkları, kendi atalarına ait mekanları görmekten, benzer hikayeleri izlemekten mutlu oldukları apaçık. Bu alanda yaratılacak yeni dizilerin barışa ve kardeşliğe yapacakları katkıyı görmek de mümkün. Kaldığımız otelin garsonu ikram ettiği kayısıyı çok övdü. Eh biraz kanıma dokundu, çünkü Malatya kayısısını hiç tutmuyordu. Ben de ona “Komşu, bu kayısıyı Pargalı İbrahim yerdi, Sultan da Malatya kayısısı yerdi” dediğimde garson çok gülmüş ve takılmam anlamlaşmıştı.
Thassos'dan ayrılıyor ve doğruca akrabamız Büyük İskender'in babası II. Filip'in tümülüsünü ziyaret etmeye, Vergina'ya gidiyoruz. Oradan insanlık kültür mirası manastırların tepesinde inşa edildiği, doğa harikası kayaların bulunduğu Meteora'ya gideceğiz. Planımızda Parga ve Preveze de var. II. Filip'in tümülüsü, döneminin en önemli eserlerinden. Henüz İsa ortada yokken, milattan 360 yıl önce oğlu Büyük İskender tarafından yaptırılan bu muazzam anıtmezar bizi büyülüyor.
Vergina Tümülüsü
Tümülüsün altındaki iki büyük mezar odasından birinde, 24 ayar altından yapılma 11 kilo ağırlığındaki sandıklarda kral ve kraliçenin kemikleri bulunmuş. Öteki dünyada dirildiklerinde kullanmaları için yapılan, meşe palamudu motifli 717 gramlık altın taç göz kamaştırıyor.
Makedon geleneğine uygun olarak, ölenlerin yanına günlük yaşamda kullanacakları tabaklar, vazolar, zengin oyma koltuklar ve yiyecekler de konmuş. Kral Filip'in yanında, dört atının kemikleri de bulunmuş. O dönemde sanatta gerçekçilik benimsendiği için, II. Filip'in mermer büstünün krala çok benzediği belirtiliyor. Kralın yüzü, hakikaten hala bu topraklarda yaşayanlara benziyor. Müzede sergilenen eserlerin estetiğinin, bugün hala kullanmakta olduğumuz tavalarda, sürahilerde ve vazolarda yaşadığını görmek, insanı hayrete düşürüyor.
Nemrut Dağı'nda bulunan Komagene tapınağındaki yazıtta, “Antik dünyanın küçük ama güçlü ülkesi Komagene, baba tarafı Pers Krallarından 'Krallar Kralı' olarak anılan Darius ile, anne tarafı Makedonya Hükümdarı Büyük İskender ile akraba olan bir prensesin oğlu olan Mithradates Kallinikos tarafından kurulmuştur” denilmekte. Akrabalığımız da buradan geliyor. Atalarımız onbinlerce yıldır bu topraklarda yaşıyor. Halen bu yörede bulunan köyler, dağların en yüksek zirvesinde bulunan kutsal yerlerde adak adayarak geleneği sürdürüyor. Ayrıca, Nemrut'ta yapılan kazılarda çıkan heykellerde görünen kılık kıyafetler, yöre insanının hala kullandığı giysilerle birebir aynı. Vergina'dan ayrılıp Meteora'ya yol alıyoruz. Yol boyunca Osmanlı izleri taşıyan mimari dikkatimizi çekiyor. Meteora'ya giriş büyüleyici.. Dev kayaların tepesine kurulmuş manastırlar kesinlikle görülmeli. Biraz Kapadokya'yı andırıyor.
Vergina Müzesi
Kralın tacı ve küllerinin konulduğu sandık
II. Filip
Meteora, 'gökyüzünde asılı' anlamına geliyor. Ortodoks keşişler, Hristiyanlığın ilk dönemlerinde inzivaya çekilmek ve dünyevi hayattan uzakta iradelerini geliştirmek için bu manastırları inşa etmişler. Her manastır, yaklaşık 300 metre yüksekliğindeki kayaların üzerine kurulmuş. O dönemde ulaşılması çok zor olan manastırlar, daha sonra inşa edilen yollar sayesinde hergün binlerce turist tarafından kolaylıkla ziyaret ediliyor. Meteora manastırları, UNESCO'nun Dünya Kültür Mirası listesinde de yer alıyor. Doğanın hareketleriyle oluşmuş bu dev kayalıkların tepesine muhteşem manastırlar kuran rahiplerin ne büyük emek harcadığı belli... Cenneti çoktan haketmiş olmalılar! Manastıra girip çıkmak için ip filelerin içinde bu tehlikeli uçurumlardan sarkıtılan rahiplerin başına neler geldiğini merak ediyor insan... Bu geleneksel file asansörler hala eşya taşımada kullanılıyor.
Aklımız Meteora'da kalmış halde, Yanya'ya doğru yola çıkıyoruz...
Meteora'yı görmeden dönmeyin...
Eskiden manastırlara ulaşmanın tek yöntemi olan file asansörler
1431'den 1913'e kadar Osmanlı yönetiminde kalan Yanya, bu süreçte Balkanların en önemli merkezlerinden biri. Osmanlı döneminde inşa edilen kale, göl kenarındaki tepenin etrafına kurulmuş. Kalenin iç tarafında, ki bu mahalleye 'İçkale' deniyor, hala çok iyi durumdaki Aslanpaşa Camii ve Fethiye Camii bulunuyor. Osmanlı'ya isyanı hüsranla sonuçlanan Tepelenli Ali Paşa'nın mezarı da görülebiliyor.
Yanya Gölü ve Aslanpaşa Camii
Illustration 1: Fethiye Camii ve Ali Paşa'nın mezarı
Bugün müze olarak kullanılan Aslanpaşa Camii içerisinde, Yanya'da yaşamış üç farklı cemaate ait giysiler, mobilyalar ve elyazmaları sergileniyor. Caminin bahçesinde yığınaklar halinde bulunan gülleler, her an gelecek saldırıya hazır bekliyor sanki... İlk kez bu kadar iyi korunmuş Osmanlı gülleleri görüyorum. İçkale'deki evler ve sokaklar, şaşırtıcı ölçüde Anadolu'ya, eski İstanbul mahallelerine benziyor. Artık burası bizim değil, İstanbul da onların değil!! Şehri daha iyi yaşamak için İçkale'de butik otele dönüştürülen eski bir konakta kalıyoruz. Sokakları gezerken aniden karşımıza bir yeniçeri çıkacakmış hissine kapılıyorum. Sokakların dili olsa da konuşsa, kimler geldi kimler geçti bu diyardan... Komşuya uğramayı unutmayın!
Yazar
NURETTİN AYDIN/YEŞİLKÖY
|